14 Ekim 2020 Çarşamba

Edebiyat Burada (Söyleşi)



Pınar Nurhan, 2016’da bir roman yazmaya başladı. Romanın birkaç hikâyeyi girift bir biçimde anlatan kurgusu içinde, yüz elli yıl önce Urla’da inşa edilen Karantina Adası’nda geçen bir hikâye de bulunuyordu. 2020 Covid-19 pandemisi henüz tam olarak başlamamışken roman yayına hazırdı. Pandeminin hız kazanmasıyla kitabın yayımı gecikti. Kitap, Haziran 2020’de Vecdi Çıracıoğlu’nun editörlüğünde, Urzeni Yayınevi tarafından yayımlandı. Pınar Nurhan’la hem romanı “DeLi’RiuM” üzerine hem de kurgusal yazına bakışı üzerine, araştırmalara girişen bir söyleşi gerçekleştirdik.

***

Erkan Karakiraz: Merhaba Pınar… İlk olarak kitabın başındaki epigraftan, “S’agapo” şarkısından yaptığın alıntıdan söz edelim istiyorum. “DeLi’RiuM” neden S’agapo ile karşılıyor okuru?

Pınar Nurhan: Merhaba… (gülüyor) “S’agapo” şarkısının sözleri, kitaba son dakikalarda girdi. Hezeyanlar yaşayan bir hekimin öz kıyım deneyimleri ve depresif iç dünyasıyla haşır neşir olmak durumunda kalan okura “bir nefes” olsun diye, yazar dokunuşuydu, diyebilirim. Ben ne olursa olsun yaşamı olumlamaktan yanayım. Elbette öz kıyıma dair hiçbir olumsuz fikrim olamaz; lakin onu kutsamaya, yüksek ve erdemli bir eylem sıfatı yakıştırmaya da karşıyım. Orası son derece tekinsiz ve hakkında konuşulmaması gereken bir yer. Bilhassa da kişilerin bireysel hikâyeleri bazında olgusal bir tahlilde bulunmak haddimizi aşmak olur. Şarkıya dönersek; “Seni seviyorum çünkü güzelsin/ Seni seviyorum çünkü sen sensin/ Dünyayı seviyorum çünkü sen içindesin”… Bu şarkı, sonradan öğrendim ki kolektif bir esermiş. Bu beni daha da heyecanlandırdı zira kolektif bilince dair anlatılara göz kırpan romana, bir epigraf olarak çok yakışacaktı.

Erkan Karakiraz: “DeLi’RiuM”un Bakırköy, Ada ve Urla üçgeninde, mekânı ve zamanı önemseyen sıçramalarla ilerleyen kurgusu, yaşamdaki karşılaşmalar üzerine epey düşündürdü beni. Ne olarak adlandırıyorsun bu karşılaşmaları? Tesadüf mü tevafuk mu? Romanda, sona doğru (s.199) bu konuya değiniyorsun; ama daha ayrıntılı olarak neler söylersin?

Pınar Nurhan: Tesadüfü biliyoruz; rastlantısal olarak bir araya gelen… Tevafuk ise “eş zamanlılık”, “anlamlı bir denklik” manasında… Tabii ki ben de bilmiyorum hangisi geçerli… Kitap boyunca bunu araştırıyorum. Bu şudur, şu da budur demeye uzak biriyim. Oldukça kuşkucu bir yerde yaşıyorum. Yüzde yüz kesinliği olan tek bir bilginin bile olduğuna inanmıyorum. Tanımlamak, şu doğrudur, demek, bilhassa korktuğum bir yer. Mesela o sayfalarda Rüya anlam arıyor. Onca yaşanmışlığa bir referans arzuluyor. Neden? Neden ben? Belki hiçbir anlam yok, hepsi tesadüf ve ben anlam veriyorum, ben yaratıyorum anlamı… Yine de fark etmez; çünkü neyi arıyorsam onu yaratıyor ve yaşıyorum sanki… “Güneşler yaratıyorum kendime, sonra da etrafında dönüyorum tıpkı yeryüzü gibi… Merkezi olmasa düşecek gezegen, boşluğuna savrulacak alemlerin…” Yani anlam veremediğim bir dünyada yaşayamıyorum. Hepimiz için böyle bu. “Ayrılık zihinde” diyor ya, sen ve ben deyişimde. Bu kutbiyet de kişi olarak bir zannım. Perihores, diyor Anaksagoras; Bir de çokluk, Çok da birlik! O işte… Aslında Rüya, tesadüf olduğuna inanmak istemiyor. İbn Arabi’nin eserlerini okuyor mesela abisi Taylan’ın getirdiği… “Hüve La Hüve”, der Arabi. Hem o hem değil… aynı anda yani! Bu mantık, şu rekabetçi ve ayrıştırıcı mantığa karşıdır; “Ya o ya bu” diyen hani… Üçüncü bir halin imkânına inanmak ister Arabi, çoğulcudur… Biraz daha felsefeye girersek; Spinoza’da tanrı kudrettir, insansa arzu… Arzulayan, arzularının peşinde koşan bir varlık olarak, varlığa dair tek bir doğru şey bile söylemem mümkün değil. Bunu deme kudretinden yoksunum.

söyleşinin devamı için; https://edebiyatburada.com/pinar-nurhan-ile-erkan-karakiraz-soylesti/